Nasıl özgür oluruz?

Ahmet
7 min readJul 3, 2021

Yazıma başlamadan önce bu kısımda Türkiye Cumhuriyetinin Anayasasında bulunan 26. maddeyi alıntılamak ve yazının tümüyle paralel bir evrende geçeceğini, yani şahsımla kalemimden çıkmış olması dışında hiçbir alakasının olmadığını belirtmek isterim:

26. Madde

VIII. Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti

Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı,resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü,radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.

Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.

Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümlere, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz.

Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir.

Bugün milletler hakkında konuşacağım. Bir millet nasıl ortaya çıkar? Ne tür özellikleri vardır ve neye hizmet ederler? Ek olarak, ‘devlet’ sözcüğünü bilerek kullanmıyor, ulus-devletlerin yaygınlığı ve dominantlığı dolayısıyla ikisini bir olarak kullanıyorum. Örneğin, sosyal hizmetleri bir devlet sunar, ben ulus sunuyormuş gibi gösteriyorum çünkü devleti ulus yönetir, ulus da zaten devlettir.

Bilindiği gibi, insanlar eski zamanlarda küçük mangalar halinde yaşıyordu. Bu mangaların içerdiği kişilerin sayısı çok değildi, ki bu da karmaşık bir yapıya sahip olmadıklarını gösterir. İnsanlar, belirsiz bir liderliğin arkasında yürüyerek geliştiler, bazen diller keşfettiler, bazen devletler kurdular, bazense yeryüzünü çatışmaya ve kana boğdular.

Mangalar halinde yaşayan toplulukların büyümesi ve başka kategorilere girmesi, onların ortak bir ‘töz’e inanmalarıyla gerçekleşir. Bu, animizm gibi dinlerle örneklenebilir. Bu dinlere göre, ki her biri temelde aynı olmalarına rağmen detayda farklı olabilirler, bir koruyucu ‘töz’ vardır. Bu şeyin varlığına inanılır ve o topluluğu koruduğuna itikad edilir. Şu bilinmesi gerekir ki tarih her topluluk için terakki vadetmez. Bazı topluluklar vardır, hiç gelişemeden yok olmuşlardır; bazılarıysa görkemli bir refah dönemi geçirmelerine rağmen istilalar sonucu yıkılmış ve topraklar altında kalmışlardır.

Ne mi demeye çalışıyorum? Yeterince karmaşıklaşmış bir topluluk, kendini korumak, refaha ermek ya da başkalarını istila etmek gibi nedenlerle kendileri için sahiliği şüphe götürmez bir fikir altında birleşerek ve karşılarında bulunan her şeyi ve herkesi ‘öteki’ ilan ederek bir ulus kurar. Bu ulusu birleştiren fikirlere örnek olarak şunlar verilebilir: dil üstünlüğü, ırk üstünlüğü, üzerinde bulunulan ve ‘vatan’ denilen toprak parçasına verilen değer, kültür üstünlüğü, refah istenci(birçok ulusta mevcuttur bu) vb.

Burada, kimin kimden, hangi konuda üstün olduğunu tartışmayacağım ki zaten anlaşılacağı üzere bu konu tartışmaya kapalıdır. Bazı dillerin diğer dillere göre anlatımlarında avantaj olmasına rağmen diğer dillerde bulunan bazı özellikler de bu kolay anlatım olanakları sağlayan dillerde bulunmayabilir. Aynı şey kültürler için de geçerlidir. Neredeyse her kültür insanların kaynaşmalarını sağlayacak unsurlar içerir ancak yine hemen hepsi şu an yok edilmeye çalışılan ayrımcılıkları derinleştiren ögelere de sahiptir. Irksal üstünlükleri zaten reddediyoruz, ve bu sanılmasın ki bir siyahinin bir beyazdan kısa sürede daha hızlı koşabilmesi açıklanamaz bir durumdur. Peki bu nasıl açıklanabilir? Biyolojiden aldığım yardımla, bu iki insanın da aynı tür hayvanlar olduğunu ve “uzun süre” yaşadıkları bölgelerdeki koşullar nedeniyle bazı fiziksel ve genetik çatallanmalar oluşabileceğini söyleyebilirim. Bu çatallanmalar, bugün ve çok zamandır insanların gördüğü, kendi türleri arasındaki bariz farklılıkları açıklayabilir. Vatan konusuna gelelim. İnsan türünün, diğer birçok canlı türü gibi vahşi bir tür olduğu aşikar. Bunları her zaman gözlemleyebiliriz: savaşlar, kavgalar, çatışmalar, bağırmalar, baskı uygulamalar vb. Vatan, duygusal anlamlarından mahrum bırakıldığında yalnızca ‘bir topluluğun yaşadığı yer’ anlamına gelir. Peki nedir tarihte sayısız kimsenin ona hayatını düşünmeden adamasını sağlayan? İşte bunun özü ona yüklenen duygusal anlamda yatar. Vatan, eskilerin deyişiyle ‘namahrem’dir. Onu yabancıların (‘ötekilerin’) istilasından korumak kutsaldır, en azından öyle ‘sanılır’.

Şimdi asıl meseleye gelelim. İnsanın doğuştan özgür olma meselesine. Burada bir alıntı yapmak istiyorum Rousseau’dan:

İnsan özgür doğar, ancak her yerde zincirlenmiştir.

Bu cümle “Du contrat social ou principes du droit politique” (Türkçesi “İçtimai Sözleşme ya da Siyasi Hakların İlkeleri”) adlı eserin ilk kitabının ilk cümlesidir. Manası ise şudur: İnsanlar, doğduklarında hiçbir otoriteye tabî olmadıkları hâlde hayatlarında bulunacakları her yerde ve zamanda bir gücün etkisi altındadırlar. Buradan geleceğim nokta şu: Bir insan doğduğunda özgür olsa dahi gelecekte öğreneceği dil, benimseyeceği kültür, ve sevmeye zorlanacağı bayrak ve ülke bellidir. Bu doğal olmakla beraber kaçınılmaz bir durumdur. Düşünün ki, Amerika Birleşik Devletleri’nde, California eyaletinin San Francisco şehrinde bir bebek dünyaya geliyor. Bu bebeğin zihni boş bir levhadır (tabula rasa), yani bebek gerçek anlamıyla her şeyden habersiz ve bağımsızdır. Basitliği ve hiçbir şey bilmezliğiyle bir özgürlük ilahıdır. Halbuki bu durum çok kısa zaman içinde değişir. Bebek gelişir ve büyür. Bu süreç içinde Amerikan (evet Amerikanların dili İngilizce olmasına rağmen ulus üzerindeki vurguyu belirtmek istediğimden böyle diyorum) dilini öğrenir, Amerikan ideallerini benimser ve Amerikan ön yargılarıyla donanır. Yaşı, bilincini fark edebildiği seviyeye geldiğinde, artısıyla eksisiyle ortalama bir Amerikan olup çıkmıştır. Belki Ruslardan belki de Çinlilerden nefret ediyor, belki Almanlara sempati besliyor ve buna rağmen vatanının bütünlüğünü tehdit edecek bir davranışta bulunduklarında onlarla savaşabileceğinin farkında.

Evet okuyucularım, benim fikrim de burada sahneye çıkmak zorunda. Bu kişi; vicdanen, vatanını sevmek, korumak ve diğerlerinden üstün tutmak, onun için savaşmak, ülkesini ileriye taşımak, ulusunu sevmek ve kollamak, dilini konuşmak ve kültürünü geliştirmek zorunda değildir. Bu ülküler, özgür insanın sayısız ve akıl almaz yaratıcılıktaki özelliğini yok eder ve deyim yerindeyse kısır bırakır. Muazzam büyüklükte ön yargıların insanların zihinlerini ele geçirmesine ve bu insanların az önce bahsedilen ‘öteki’lere görülmemiş bir düşmanlık beslemesine neden olur. Örneğin, bir Fransız, bir Türk için, onu hayatında hiç tanımadığı halde “Pis Türkler, lanet yaratıklar onlar.” diyebilir. Aynı şey bir Türk için de geçerlidir. O, Fransızı bir ‘öteki’ kabul ettiğinden “İğrenç Fransızlar! Kıçlarını bile yıkamazlar!” diyebilir. Halbuki, Fransız ve Türk kimliklerinden bağımsız bırakıldığında bu iki insan, birbirleriyle hiçbir zaman karşılaşmamış oldukları halde dünyanın en iyi arkadaşlığını kurabileceklerinden bihaberdirler. Ancak içinde yetiştikleri nefret ortamından edinilen özellikler bunu engeller. Birinin Fransızla diğerininse Türkle evlenmesini ya da arkadaşlık kurmasını zorunlu tutar. Arkadaş olmaya ya da evlenmeye çalıştıklarındaysa da bir taraf kendine ait bazı özellikleri değiştirmeye veya hepten yok saymaya mecbur kalır. Bu insanlarda bazen kendi ‘kök’lerine yabancılaşmaya neden olur ve bu tip insanlar anlamsız bir şekilde vatan haini ilan edilirler. Bu deklarasyonların bir sebebi vardır elbette. Bunu ruhsal açıdan incelemem mümkün değil ancak şunu söyleyebilirim: ‘Siz’den kabul ettiğiniz (gerçekte o kişi hakkında en ufak fikriniz olmasa bile aynı ulusun mensubu olduğunuzu kabul ediyorsunuz) bir bireyin, sizin ‘öteki’ ilan ettiğiniz ve düşmanınız (evet, bütün milliyetçilikler, diğer bütün milliyetçiliklere karşıdır) kabul ettiğiniz bir hizbe üye oluyor ve bunu, doğallıkla, inandığınız ilkeler nedeniyle utanç verici kabul edebilirsiniz. Bir de vatan haini ilan edilen kişinin gözünden bakalım olaya. Elbette uluslar eşit değildir ve hepsinin arasında güç ve refah farkı vardır. Bu iki unsur bakımından daha zayıf bir ulustan daha kuvvetli bir ulusa giren kişinin yüzlerce sebebi olabilir. Lakin temelde, o kişi, bunu, kendi varoluşuna katkı sağlamak amacıyla gerçekleştirmiştir. Bir ulusun, o kişiye tanıyacağı haklar ve sunacağı hizmetler, kişinin başta içinde olduğu ulus tarafından verilmeyebilir. Bu işlem pekala pragmatik ve avantajlıdır. Bir kimse, bunu yapmakta sonuna kadar özgürdür ve vatan hainliği ile suçlanamaz. Bu kişi, kendi içinde daha önceden mensup olduğu ulusu küçük görüyor ve yeni mensubu olduğu ulusu ondan üstün tutuyor diyelim. Bu faaliyet de yine milliyetçiliklerin doğası yüzünden son derece beklendik ve hatta kaçınılmazdır. Ayrıca, bir insanın, mensubu olduğu ulus yüzünden ayrımcılığa uğramasının ve küçük görülmesinin doğallığı bu durumun ahlaksızlığını gerekçelendirmez.

Sona geliyorum. Peki bir insan, özgürleşmeye çalıştığında ne olur? Özgürleşmek nedir? Özgürleşmeyi şöyle tanımlamak istiyorum: bir insanın, kararlarını hiçbir otoritenin, kültürün, toplum ve birey baskısının kısaca hiçbir şeyin etkisinde kalmadan, saf aklıyla verebilme özelliğini kazanmasıdır. Peki bu süreç nasıl gerçekleşir? Öncelikle, özgürleşebilmek istencinde olan kişinin bir ulusa ait olduğunu şimdilik varsaymamız gerekiyor çünkü tezim yerleşik hayata geçememiş veya geçmiş olsa dahi ulus-devletlerinde yaşamayan toplumların, bahsettiğim türden özgürleşmeye ulaşamayacaklarını, zira bu türden kapalı toplumlarda bir kişi için özgürleşmenin yalnızca bulunulan alandan kaçıp özgürleşilebilecek bir ortama girmesi anlamına geleceğini içeriyor. Özgürleşebilmek isteyen kişi, yalnızca bulunduğu ulusun dilini değil, çevre ulusların, dünyaya hakim olan ulusların ve özellikle hakimiyetini artıran ulusların dilini, o ulusların insanlarıyla konuşmalı. Zira, İngilizce öğrenirken bir Türkle konuşursanız günün sonunda İngilizce değil Türkçe konuşursunuz. Ek olarak, bahsedilen ulusların tarih ve kültürlerini bilmeli; belki orada yaşamalı ve atmosferini tatmalı; kendini onlar gibi hissetmeli; onların sosyal sıkıntılarını ve acılarını anlayabilmelidir. Bir ulusu tanıyabilmenin ve benimseyebilmenin en iyi yolu bunlardır. Peki ulusu tanımanın, özgürleşmekle ne alakası var? Dediğim gibi, bir insanın yaşamı boyunca verdiği kararlar; ebeveynlerinden gördüklerine, aldığı eğitime, sokaktaki arkadaşlarına, bulunduğu topluma ve dolayısıyla ulusunun kültürü ve diline kısacası hayatında gördüğü her şeye bağlıdır. Bu kararlar, sürekli aynı nefesin çekildiği bir yerde verildiğinden yüksek oranda ön yargı ve yanlışlık içerir.

Örneğin, Arap bir adam ulusunun ön yargıları sebebiyle kızını bir İrlandalıyla evlendirmek istemeyebilir. İrlanda’da kız çok daha iyi hizmetler görecek ve refah içinde yaşayacak olmasına rağmen, baba bu birleşmeye ön yargıları yüzünden karşıdır ki babanın otoritesi bile kendi içinde o ulusun bozukluğudur. Başka, Türkiye’de küçük bir evin sahibi, kendisine ev için teklif edilen parayı hayatında hiçbir zaman kazanamayacağına rağmen, teklif sahibinin bir Ermeni olması nedeniyle evi satmamaya karar verir ve aynı zamanda evine bu Ermeni’den başka kimse bu kadar yüksek fiyat vermemiştir. Bu durumda, Türk ev sahibi, Ermeni’nin teklifiyle evin satış fiyatı arasındaki fark kadar zarar edecektir, hem de yalnızca bir ulus problemi yüzünden. Kültür üzerine bir örnek verecek olursam, cami inşaatı örneğini verebilirim. Ulus, bu konuda ön yargılıdır ve cami yapımının kendisi için avantajlı olduğunu sanır. Halbuki diğer uluslar ve onların kültürleri, kendi ön yargılarıyla birlikte tabii ki, bunun maddi hiçbir çıkarının olmadığını bilirler, kendi ön yargıları maddi çıkarlarına hizmet etmeyen başka faaliyetlerde bulunmalarına rağmen. İşte bu nokta kritiktir. Çünkü insan diğer ulusları tanıdıkça kendi kişisel ve toplumsal çıkarlarını daha iyi gözetebilir hâle gelir, o kişinin ne tür bir amaca ulaşmaya çalışmasından bağımsız olarak.

Az önce belirttiğim koşullar yerine getirildiğindeyse sıfır olmasa bile kişi, çiğ halindekinden daha az ön yargı ve bozukluğa tabi olacak ve böylece hem daha özgürce hem de daha akıllıca hareket edecektir. Bunun aynısı ulus için de geçerlidir ancak uluslar kendi temellerine zıt faaliyetlerde bulunamayacaklarından ve bulunsalar dahi bunun akıl almaz bir tahribe yol açacağından bu konuda çaresizdirler. Uluslar, çok yavaş ve düzenli değişimler geçirmektedirler ve her ne kadar birbirlerine daha çok benziyor hale gelseler de özünde hepsi birbirinden keskin çizgilerle ayrılmıştırlar ve asla bir olamazlar, kendi içlerinde bile hiziplere bölünmüşken hem de.

--

--